03 Mart 1924
Bugün “aydınlanma devrimimizin” en önemli kilometre taşlarından birisi olan “Hilafetin Kaldırılması”nın yıldönümü (3 Mart 1924)’dür.
Buna bağlı olarak;
Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmış yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
Keza “Tevhidi Tedrisat Kanunu” (Eğitim Öğretimin Birleştirilmesi Yasası) da bu tarihte gerçekleştirilmiştir.
Peki, mürtecilerin, yobazların “İslam’ı halifesiz, Müslümanları başsız koydular” dedikleri “hilafet” dinî bir makam mıydı?
İslam’da peygamberliğe hilafet olmaz. Bu “vahiy düzeni”ne aykırıdır. Halifeliği “dinî makam” kabul etmek bir bakıma “şirk”tir.
Peki o zaman “dört halife” ne oluyordu?
Evet, hazreti Peygamber sağlığında aynı zamanda devlet başkanıydı.
Peki bu nasıl olmuştu?
Bu konuyu sağlıklı yorumlayabilmek için Arap tarihini iyi bilmek gerekir.
Hazreti Peygamberin dönemine kadar tarih boyunca Araplar bir devlet kuramadılar. Hep küçük kent devletçikleri halinde yaşadılar.
O dönem nüfusu on bin civarında olan Mekke ayrı bir devletçik, Medine ayrı bir devletçik, Taif ayrı bir devletçik şeklinde yaşadılar.
Mesela Mekke’nin idari bakımdan yöneticisi; Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib idi. Askeri lideri de, Ebu Süfyan idi. Kabile esasına dayalı basit bir yönetim modeli…
Kent Devletinin ordu dahil devamlılık arz eden hiç bir organı da yoktu.
Hz. Peygamber’in ortaya çıkışı ve İslamiyetin yayılışı ile birlikte; aynı zamanda Arap Yarımadasında tarihte ilk defa siyasi birlik sağlanmış oldu. Böylelikle Araplar tarih sahnesine ilk defa bir devlet olarak çıkıyorlardı. Doğal olarakta kurulan bu ilk devletin ilk tabii devlet başkanı da Hazreti Peygamber olmuştu.
Halifelik işte bu göreve yani devlet başkanlığı görevine halef (ardıl) olmaktır. Dolayısıyla dini değil siyasi bir makamdır.
Hz. Muhammed’in dini görevi yani Allah Resulü (elçisi) olma görevine halef olabilmek ancak vahiyle mümkündür.
Bu konu tartışılamayacak kadar açıktır. O halde halef olunan görev dini makam (peygamberlik) olmayıp siyasi ve yönetsel bir makam olan “emirlik”tir.
Zaman içerisinde İslam ülkelerinin sayılarının artmasıyla bu siyasî makamın sembolik olması ötesinde bir anlamı da kalmamıştı.
Dini hiç bir fonksiyonu da yoktu.
Esasen Arap coğrafyasında; Türklerin hilafeti hiç bir zaman kabul görmedi. O kadar ki, bu sebebe dayalı olarak çıkan Yemen İsyanları; en gürbüz Türk evlatlarının senelerce bitmez tükenmez biçimde Yemen çöllerine gömülmesi sonucunu doğurmuştu.
İsyan’ın sebebi ne idi?
İsyancılar; halifenin ancak peygamber soyundan olabileceğini ileri sürüyorlardı.
Sırf bu sebepten Trablusgarp’te, Balkan’da ve Birinci Dünya Savaşında kullanacağımız askeri potansiyelimizi Yemen çölünde heba ettik.
Ondan sonra öz be öz Türk vatanı olan Balkanları kaybettik.
Bu kadarla kurtulabilseydik yine iyi denilebilirdi. Fakat böyle olmadı.
Birinci Dünya Savaşı’nda, aynı zamanda halife olan padişah; Cihad-ı Mukaddes ilan edip peygamberin sancağını açmasına rağmen, hemen hemen tüm Araplar, İngiliz ve Fransızlarla birlikte oldular.
Öyleki; Hazreti Peygamberin mezarı Ravza-i Mutahhara’ya İngiliz ayağı değmesin diye, Medine’yi savunan Fahrettin Paşa’ya ve Hz. Peygamberin mezarına kurşun sıkanlar da bizzat peygamber soyundan gelenlerdi.
Filistin Cephesinde bu ihanetin daniskasını gördük. Türk tarihinin en acı ve ibret dolu sayfaları burada yazıldı.
T. E. Lawrence’ın tertipleri ile Şerif soyundan olduğu için Türklerden hep saygı, sevgi, izzet, ikram ve hürmet görmüş olan Prens Faysal’ın (Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu) Der’a (Şam’ın güneyinde bir sancak merkezi)’da yaptıkları katliam pür Hristiyan olan Avusturalyalıları bile çileden çıkarmıştı.
Demekki; Hilafetin varlığı ve “Cihad-ı Mukaddes” ilanı, Müslümanların ve hatta ‘peygamber soyundan’ olanların dahi İngilizlerle işbirliğini engellememişti.
Türk tarihinin kaydettiği en acı sahifelerden olan ‘Der’a Katliamı’; yaralı ve silahsız mehmetçikleri taşıyan hastane treninin (Kızılay) durdurularak, sargılar içindeki müdafaasız mehmetçiklerin cenbiye (Arap hançeri) ile şehit edilmelerine ne hilafet ne de Cihad-ı Mukaddes mani olamamıştı.
Keza Arap coğrafyasında Osmanlı memurlarının ailelerini ve çocuklarını (tümü silahsız) ana vatana götüren trenin durdurularak; tüm kadın ve çocukların önce ırzına geçilip sonra katledilerek, tarihe utanç sayfasını yazan “Müslüman kardeşlerimiz(!)”; bu ırzına geçip sonra da türlü işkence ile öldürülen kadın, kız, çoluk, çocuk Halifemiz, efendimizin memurlarının aileleri ve çocukları dememişlerdi.
Dahası yurdumuz işgale uğradığında; işgalci İngiliz ve Fransız Ordularının askerlerinin çoğu Hintli Müslümanlardan, Senagal’e; Tunus’tan, Cezayir’e; Mısır’dan Sudan’a toplanan lejyonlardan oluşuyordu.
Neredeydi Müslümanlar? Bu bizim halifemizin vatanı olmaz mı dediler.
Hilafetin Türklere hiç bir yararı olmamıştı.
Sadece devlette iki başlılığa neden oluyordu.
Halifelik kaldırılmasaydı, bugün ne olurdu? Büyük bir olasılıkla hilafet İngilizlerde olurdu…
Bu bir fantezi değil! İngilizler daha o zaman en çok Müslüman teba bizim, halifeliğin bizde olması gerekir demeye başlamışlardı.
Malum emperyalistler sömürünün devamı için hiç bir fırsatı kaçırmazlar…
Fiilen ve hukuken bitmiş saltanattan sonra hiç bir anlamı ve yararı olmayan hilafeti kaldırmamak, emperyalistlere kaşıyabilecekleri açık bir yara bırakmak anlamına gelirdi. (Alıntı – Orhan Eraslan)